26 Aralık 2011 Pazartesi

1000' E KADAR SAYMASI BİLE ZOR PEKİ YA 1000 YIL YAŞAMAK?

Bazı uzmanlar yaşayabileceğimizi iddia ediyor bazıları ise buna engel olmak
Cambridge Üniversitesi' nde genetik uzmanı olan Aubrey de Grey , "1000 yaşında olacak olan ilk insan kesinlilkle bugün yaşıyor... Kabul edilsin veya edilmesin, kazalar ve intiharlar hariç, 40 yaş ve altındaki pekçok insan yüzyıllarca yaşamayı umabilir." diyor. Belki de Gray fazla optimist ancak diğerlerinin büyük kısmı erdemli gençliğin kaynağını araştırmak konusunda hemfikirler. Aslında sayıları gün geçtikçe artan bilimadamları, doktorlar, genetik uzmanları ve nanoteknoloji uzmanları (çoğu geçerli kusursuz akademik geçmişe sahip) yaşlanmanın neden tamamen durdurulamayacağı veya önlenemeyeceği ile ilgili zorlayıcı bir sebep olmadığı konusunda ısrar ediyorlar. Bilim insanları arasındaki karmaşa sadece teorik açıdan değil aynı zamanda günümüzdeki insanların yararlanabilmesi için her şekilde varılması gereken bir hedef olup olmayacağı hakkında. Birçoğu her açıdan farklı görüşteler.

“Ölümsüzlük üzerine çalışıyorum,” diyor meyve sineklerinin ömrünün uzatan ve bu konuda çığır açan sonuçlara sahip California Üniversitesi evrim biyoloğu profesör Michael Rose. “Yirmi yıl önce ölümsüzlük şöyle dursun yaşlanmanın ertelenebileceği fikri garip ve olağandışı karşılanıyordu.”

Hatta Amerikan hükümeti bazı araştırmalar için yeteri kadar fon bulacağına dair sözler veriyor. "Yaşlanmanın biyolojisi", için ayrılan federal fonlar, kalp yetmezliği ve kanser gibi yaşlanmaya bağlı hastalıklarla ilgili çalışmalar hariç, Ulusal Sağlık Enstitüsü' ne bağlı Ulusal Yaşlanma Enstitüsüne göre yılda yaklaşık 2,4 milyar dolara ulaşıyor. Şimdiye kadar, en ilgi çekici sonuçlar büyük üniversitelerin genetik laboratuvarları tarafından memelileri de içeren bir dizi organizma üzerinde yaşam aralıklarını uzatabilmek için anti- ageing alanında uzman bilim insanlarınca birer birer açıklanıyor. Fakat sonsuzluğun anahtarı sadece genetik araştırmalarda değil.

Kaliforniya Palo Alto' daki Moleküler Üretim Enstitüsü' nde çalışan kar amacı gütmeyen nanoteknoloji grubundan (Molecular Manufacturing) Robert Freitas: “Yaşlanmanın pek çok farklı bileşenleri var ve biz bu bileşenlerin tümünü her yönden ele alıyoruz, tabi ki bu zaman alacaktır ve modern teknolojideki büyük gelişmeler açısından ele alırsanız, telefon örneğindeki gibi, Alexander Graham Bel' in ürettiği cihazıyla ilk kez  bağırmasından bile hala 10 yıl gerideyiz. Yine de, yakın bir gelecekte, belki de birkaç yılda, yaşlanma hastalıkları tedavi edilebilecek duruma gelecektir.” diyor, yine de herkes yaşlanmanın tedavi edilebileceği veya edilmesi gerektiği konusunda aynı fikirde değil. Araştırmacılardan bazıları ağız birliği etmişçesine, insanların, sonsuza dek yaşamayı kast etmediğini söylüyorlar.

“[Ölümsüzlüğün] henüz mümkün olamayacağını düşünüyorum,” diyor Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi cerrahi profesörü Sherwin Nuland. “Yaşam süresini iyice uzatma konusunda; Aubrey ve onun gibiler, bilimi aşırı basitleştirip önemsizmiş gibi gösteriyor; ayrıca kanımca henüz görevin önemini de kavramış değiller. Planı başarısız olacak. Böyle olunca da, bu durum insan olmanın ne anlama geldiğinin temelini sarsacaktır.”

İlginç olan bir şey varsa o da Profesör Nuland' ın önce işe yaramayacağını söylüyor; hemen ardından, eğer öyle bir şey mümkün olursa da bunun insanlığın temelini sarsabileceğini ekliyor olması. Bu yüzden hangisi akla daha yatkın? İmkansız mı yoksa şüpheciler olmasını mı umuyor?

Ancak yaşlanma karşıtı hayranlarının tartışma konusu; bakış açılarımızın değişip, bilim ve teknoloji de günden güne gelişirken, yeni çözümlerin ortaya çıkacağı. önemli ölçüde geliştirilmiş kaynak yönetimi ile birlikte uzay kolonileşmesi örnek verilirse, uzun ömür ile ilgili endişelere bu yolla çözüm bulunabilir. Gerekçeleri ise, sözüm ona eğer evren sonsuza dek sürerse ki büyük olasılıkla büyük bir kısmı kullanışsız, neden nüfuslandırılmasın?

Ancak, yaşlanma karşıtı savaşçıları, doğal olmayan yollarla yaşam uzatma arayışı araştırmalarına sınırlama getirilmesini isteyen muhafazakar kesimin giderek daha etkili ittifakıyla karşı karşıya. Bu kesimden bazıları 2001 yılında embriyonik kök hücre araştırmaları için devlet fonuna kısıtlama getirilmesinde Başkan Bush'u ikna etmişlerdi. Onlar yaşamı uzatma fikrine ve yaşlanma karşıtı araştırmalarına etik, ahlaki ve ekolojik açıdan karşılar.
        
İnsan yaşamının sonu olması niteliği her insan bireyi için bir nimet olduğu konusunda ısrar eden Bush'un Biyoetik kurulu eski başkanı Leon R. Kass ile aynı görüşteki New York' a bağlı Hastings Merkezi Biyoetik uzmanı Daniel Callahan da ekliyor: “Ölümün fethedilmesiyle gelebilecek bilinen herhangi bir toplumsal iyilik yoktur.".

Belki de haklılar; tüm bunlara rağmen peki neden biz insanlar ilk fırsatta hayatımızı uzatabilmek için bu kadar çaba harcıyoruz? Belki yaşlılık, hastalık ve ölüm; yaşamın yalnızca doğal, kaçınılmaz döngüsünün birer parçasıdır öylece kabullenilmesi gereken. Aslında tamamiyle karşı olunması gereken bir durum teşkil etmiyor çünkü varolan birçok hastalığın temelinde yaşlılığa bağlı sorunlar var; en azından uzun yaşam olmasa da bu hastalıkları üzerine olan araştırmalara neden karşı çıkılsın ki? Bir çocuk hastalığı olan hızlı yaşlanma kader deyip geçilecek mi yani. Bu noktada durup düşünülmesi gereken yaşamın uzunluğu değil yaşamın kalitesidir ve kaliteli yaşam herkesin hakkıdır.

"Fakat kaçınılamaz son değil önemli nokta da bu." diyor Grey ve ekliyor: " Şu anda; yaşlanacak, hastalanacak ve acılar içinde ölebilecek olmamızın endişesiyle berbat şekilde sıkıştırılmış durumdayız. 100,000 insan her geçen gün yaşlanmaya bağlı hastalıklar yüzünden hayatını kaybediyor. Bu kıyıma bir son verebiliriz. Bu durum yalnızca yaptığımız işin ne olması gerektiğine karar verme meselesidir."

Kaynaklar:

22 Aralık 2011 Perşembe

BAKTERİYEL DEVRELER; BİLİM İNSANLARININ BİYOELEKTRONİK RÜYASI


Bir gün biyolojik sistemlerle arayüz oluşturabilecek ucuz, toksik olmayacak nanomateryaller; biyosensörler ve katı faz elektronik cihazları için gerçek mi oluyor? En azından Nature Nanotechnology dergisinde (Nature Nanotechnology, DOI: 10.1038/nnano.2011.119) 7 ağustosta yayınlanan bulgularının liderlik edebileceğini söyleyen mikrobiyolog ve ekibi buna önderlik ettiklerini ileri sürüyor.

Bazı bakteri türlerinin dışındaki sil benzeri yapılar iletkenlik gizemini suyun altında çalışabilmesiyle elinde tutuyor olabilir. Amherst deki Massachusetts Üniversitesi' nden mikrobiyolog Derek Lovley "Bakteriler dış yapı elemanları olarak bilinen pili yapısını kullanarak diğer bakterilerle iletişim kurar ve ayrıca elektriği iletir." diyor.
Aslında 2010 yılında bir başka ekipten farklı bir organizmayla ilgili benzer bir çalışma yayımlanmıştı ancak bu çalışmalar organizmadan organizmaya farklılık gösterdiğinden ve bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda araştırma olduğundan herbiri ilk sonuç diye söyleniyor. (Bu makalelerden birini ileride detaylı yazacağım.)
 
Lovley' nin ekibi Geobakterlerden bazıları üzerinde izolasyon özelliklerini anlamak için çalışmalar yaparak sonuçları paylaştı. Buldukları sonuç; aynen metallerde olduğu gibi iletkenliğin ph ile attığını sıcaklıkla  düştüğüydü. Ekip daha sonra pili üretimini tetiklenen ve Geobakter biyofilmlerinin iletkenliği baştan başa arttırılmış bakteriler geliştirdiler.  

Geobacter sulfurreducens hücrelerindeki metal benzeri iletkenlik gösteren protein nanouzantıları ağının TEM (transmission electron micrograph) görüntüsü
Geobacter sp.

Ekipten Mark Tuominen uygulamaların çok çeşitli olduğunu söylüyor. Pili yapısının küçük olması ve kafes oluşturma kabiliyetiyle kapasitörlerin yüzey alanının daha çok elektrik yüklenmesini sağlıyor. Daha fazlası bakteriler suda yaşadıkları için böylece ikinci adım olarak suya dayanıklı elektronik yapılar geliştirilebilecek.

Baş mikrobiyolog Derek Lovley fizik uzmanı Mark Tuominen, Nikhil Malvankar ve arkadaşları, elektronları, uzunlukları boyunca iletebildikleri için mikrobiyal nanoteller olarak da bilinen bakteriyel filamentlerin (uzantılar), yapay organometalik nanoyapılar gibi etkin olarak elektrik şarjıyla yüklenebildiğini ve bu elektriği bakterinin boyunun binlerce katı olan mesafeler boyunca iletebildiğini buldular.

Biyofilm boyunca hızla akabilen ve milyonlarca hücrenin birbirine bağlı kümelerinden oluşmuş mikrobiyal nanoteller ağları, elektronik endüstrisinde çok sık kullanılan sentetik iletken polimerlerle karşılaştırılabilecek düzeyde iletkenlik özelliği olduğu bulgular arasında.

Lovley, "Bu şekilde protein filamenlerin elektronları iletme yeteneği biyolojide bir paradigma kaymasıdır ve bunun bazı yansımaları vardır; doğal mikrobiyal süreçlerin anlaşılabilmesinin yanında, çevre temizliği  ve yenilenebilir enerji kaynaklarını için pratik uygulamalar geliştirilebilmesi gibi pek çok olayı aydınlatabileceğini düşünüyoruz."

"Keşif biyofilm yapısının anlaşılmasında temel bir değişimi temsil ediyor." diyen Malvankar devam ediyor; "Bu türlerde, biyofilm kendini metal sanan proteinlerle dolu ve bunlar elektronları çok uzaklara, aslında size bağlı, biyofilmi ne kadar uzatırsanız o kadar uzağa iletebiliyor."

Fizik uzmanı Tuominen, "Bu keşif sadece biyoloji alanında değil mühendislik için de önemli ilkeler öne sürüyor. Yaşayan, doğal yollarla oluşturulmuş, toksik olmayan, kolay üretilebilen ve insan yapımından daha ucuza mal edilebilen bu yeni iletken nanomateryal sahasını artık araştırabiliriz. Hatta bu bize su içinde ve ıslak ortamlarda bile elektronik cihazların kullanımına imkan verebilir. Daha önce mümkün olmayan biyo ve enerji uygulamaları için heyecan verici olanakların kapısını aralıyor." diyerek heyecanını belirtiyor.

Araştırmacılar protein filamenleri boyunca elektriksel yüklenme ile metal benzeri iletkenliğin ilk defa gözlemlenip rapor edildiğini belirtiyor.Daha önceleri böyle bir iletkenliğin bir dizi proteinleri içeren sitokromdan sitokroma elektronların sıçramalarının olduğu mekanizmalara ihtiyaç duyduğu düşünülüyordu. Bunun aksine UMass Amherst  üniversitesi ekibi sitokromların olmadığı durumlarda bile uzun menzilli iletkenliğin olduğunu gösteriyorlar. Geobakter uzantıları (filamentleri) gerçek bir tel gibi davranıyor.
Su altında iletkenlik

Doğada Geobakter mikrobiyal nanotellerini demir oksitlere, topraktaki doğal pas gibi mineraller, aktarımı için kullanıyor. İnsanlarda oksijenin yaptığını Geokbakterlerde nanoteller yapıyor. "Geobakterin nanotelleriyle yapabildiği şey 10 kilometre uzunluğunda bir şnorkel ile nefes almaya benzer." diyor Malvankar.

UMass Amherst ekibi Nature dergisinde 2005' te Geobakterin nanotellerinin biyolojide temel bir özelliğe işaret edebileceğini önermişlerdi ancak ellerinde bir mekanizma olmadığından büyük şüphe ile karşılanmışlardı.

Deneylere devam ettiklerinde, Lovley ve ekibi Geokbakterin elektrodlarda demir oksitlerle yer değiştirerek büyüyeceği gerçeğini avantaja çevirerek şimdilerde bakterilerin elektrodlar üzerinde kalın, elektriksel iletkenliğe sahip biyofilmler üretiyorlar. Bu üretimi de genetiği değiştirilmiş suşlar üzerinde bir seri uygulanan çalışmalar sonrasında, biyofilm üzerindeki metalik iletkenliğin nanoteller ağıyla yüklenebileceğini biyofilm boyunca yayılabileceğini bulmalarına borçlular.

Bu özel yapılar, daha önce görülmemiş bir şekilde tabiri caizse bir enstrüman misali akord edilebiliyor. Nanoteknoloji çevresinde iyi bilinen şeylerden birinin yapay nanotel özelliklerinin, ortam faklılığıyla değişebileceği olduğuna dikkat çeken Tuominen; Geobakter'in doğal yolunun, iletkenlik özelliğini, örneğin; sıcaklıkla oynayarak ya da yeni suş yaratmak için gen regülasyonunu kontrol ederek, araştırmacıların işlemleri idare edebilmesine izin vermesinin eşsiz olduğunu ekliyor.

Ekipten bir diğer araştırmacı Malvankar ise biyolojik transistör gibi davranan biyofilm olan üçüncü elektrodun bilim dünyasına sunulmasıyla voltaj uygulanarak devrenin açılıp kapanabileceğini gösterdiğini belirtiyor.

Bilim insanları bunun çevreci, ucuz maliyetli, ilerletilebilir, sadece biyoloji alanında değil mühendislik alanlarında da birçok çözümü beraberinde getirebileceğini öne sürerek araştırmalarına devam ediyor.

kaynaklar: 

15 Aralık 2011 Perşembe

Kendiliğinden çalışıyor bu mikro roketler peki ne için?

            (Uzun bir aradan sonra birçok makaleyle döndüm, ilk olarak yeni olan bu haberle başlıyorum haydi bakalım iyi okumalar.)

Tabi ki gıda, klinik ve çevresel numunelerdeki tehlikeli bakterileri tespit etmek için.

Kocaman, yağlı bir hamburger yediğinizi düşünün. "Yok ben vejetaryanım." da diyebilirsiniz; olsun. Ispanak yaprakları ile kereviz saplarını ufak ufak kemirseniz de, hatta vegan (hayvansal olan hiçbir besini tüketmeyen) olsanız bile, bazı gıda kaynaklı patojenlerin er ya da geç sizi ele geçirmesine engel olamazsınız.  

Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) Amerika Birleşik Devletleri' nde yalnızca gıda kaynaklı patojenlerin yaklaşık 76 milyon hastalığa, 325.000 hastaneye yatışa ve 5.000 ölüme neden olduğunu tahmin ediyor. Bu sizin için yeterince ürkütücü değilse ve hala korkmadıysanız (FDA) ABD Gıda ve İlaç İdaresi' nin gıda kaynaklı patojen mikroorganizmalar ve doğal toksinleri listelediği Zararlı Organizmalar Kitabı' na göz atmanızı öneririm.

Gıda kaynaklı patojen bakterilerin erken tespiti hastalık salgınlarının önlenmesi ve kamu sağlığının korunmasında kritik öneme sahip. Hal böyle olunca tabi; gıda güvenliği, tıbbi teşhiş, su kalitesi ve terörle mücadele ile bağlantılı olarak acilen mikroorganizmaların izolasyonu ve tespiti için etkili yöntemler geliştirilmesi gerektiği öne çıkıyor.

Esherichia coli ve diğer patojen (hastalık yapıcı) bakteriler yaygın olarak; mikroskopi, lüminesans, ELISA, biyokimyasal testler veya PCR gibi geleneksel kültür yöntemleriyle tespit ediliyor. Bu yöntemler zaman alan, yorucu hatta yetersiz olmasının yanında bakterileri gerçek zamanlı tespit etme yeteneğinden de yoksundur yani yaklaşık bir tahmin vererek var- yok veya yaklaşık değerler bulabilirsiniz. Bu nedenle E. coli (daha fazla fotoğraf burada) ve diğer patojenlerin hızlı, hassas, güvenilir ve basit bir izolasyon ile tespit işlemleri için alternatif yöntemlere acil bir ihtiyaç söz konusu. 
daha fazla fotoğraf için; http://www.visualphotos.com/elisa_test.search


Tıbbi örnek olsun çevre veya gıda gibi karmaşık örnekler için olsun; patojen bakterilerin izolasyonu için yeni bir yaklaşım geliştirmiş olan araştırmacılar lektinin işlevselleştirilmesiyle mikro-makina hareketi yapan bir nanomotor yöntemi geliştirdi. Karışık gibi dursa da aslında oldukça basit bir temele dayanıyor. 




Hazırlık ve yıkama adımları olmadan biyolojik örneklerden doğrudan ve hızlı bir şekilde reseptör (anahtar kilit modeli; reseptör hedefi olan substrata yöneliyor) işlevselleştirilmiş nano yüzücüler (nano-swimmer) sayesinde izolasyon yapılabiliyor. Bu çalışma 5 Aralık 2011' de Nano Letters' da "Yeni Kabul Edilenler" kısmında (Bacterial Isolation by Lectin-Modified Microengines) yer aldı.

Kaliforniya San Diego Üniversitesi Nanomühendislik bölümünde profesör olan Joseph Wang "Biz, çok çeşitli örneklerdeki hedef bakterilerin verimli izolasyonu için lektin reseptörleri ile işlevselleştirilmiş sentetik hazırlanmış kalıp micro makinaların kullanımını ortaya koyduk (Highly Efficient Catalytic Microengines: Template Electrosynthesis of Polyaniline/Platinum Microtubes). Bu modifiye edilmiş kendinden ateşlemeli mikro-makinaların bağımsız yüklenmesi (yani hedefi bularak onunla anahtar kilit modeli olması), doğrudan taşınması ve bakteriyel arındırma (yani hedefi olanı bırakarak işine tekrar dönebilmesi) için çok çekici özellikler sunuyor - 'yakala-taşı-bırak' yöntemini takip eden kullanım; ilaç nano taşıyıcılarının verimli ve eş zamanlı taşınmasını da kapsıyor. Bu yeni küçük mikromakineler bağlanma fenomeninin ve farklılaşmanın hedef olmayan hücrelere karşı ek bir işaretleme yapılmasına gerek kalmadan gerçek zamanlı görüntülenmesine basitçe olanak sağlar." diyor.


Son zamanlarda, yukarıda bahsi geçen üniversite araştırma ekibince kendinden ateşlemeli sentetik ve doğal nano / mikroölçekli motorların hareketi ve gücü kanser hücreleri ve nükleik asitler gibi hedef biyomalzemelerin taşınması için (Motion-driven sensing and biosensing using electrochemically propelled nanomotors) cazip bir yol olduğundan dolayı sıkça yararlanılıyorduysa da patojenik bakterilerin yakalanması ve taşınması için denenmemişti. Wang' ın ekibi aynı zamanda, hedef bakteriyi kimyasal tetiklenen boşaltma işleminin yanı sıra eş zamanlı yakalayıp taşıma özelliğini ilaç taşıyıcı polimer küreler yoluyla uygulanabilirliğini gösteren ilk ekiptir.

Ekibinin geliştirdiği verimli bakteriyel izolasyon yönteminin lektin reseptörleri ile işlevsellik kazanması ,bu reseptörlerin kendi mikroateşleyicilerinin etkileyici prensibine dayanıyor. Wang; "Lektinler bakteriyel yüzeyin karbonhidrat bileşenlerini tanımak için etkili bir yol sunan kullanıma hazır hücre duvarındaki mono ve oligosakkarit bileşenlerine seçici şeker-bağlayıcı proteinlerdir. Örneğin; bizim bu çalışmada kullandığımız Canavalia ensiformis' ten elde ettiğimiz lektin ConA, E. coli' nin yüzeyindeki polisakkarit gibi gram negatif bakterilere özel son (terminal) karbonhidratlarını tanıyabilen mannoz ve glukoz bağlayan proteindir." diyerek özetliyor. Lektinler her ne kadar son zamanlarda bakteriyel tespit için biyosensör bileşenleri olarak kullanılıyor olsa da nanomakine veya nano ölçekli hareket prensibine dayalı izolasyonlarla bağlantılı kullanımı yeni bir yaklaşım.
Wang Group, Department of Nanoengineering, UCSD
Yukarıdaki şekilde, takımın nano ölçekli bakteri izolasyon stratejisi; patojen bakterileri farklı karmaşık örneklerden izolasyonu için ConA işlevselleştirilmiş mikromakinaların hareketlerini kullanır. Bakteri yakalandıktan sonra, düşük pH glisin çözeltisinde mikroateşleyicinin hareket ettirilmesiyle kontrollü olarak salınabilir. Bu çözeltide lektin-bakteri kompleksi ayrışabiliyor. Son olarak, ama aynı derecede önemli bir konu, mikro ateşleyiciler, çift etkiye sahip, yani hedef bakteriyi yakalayıp taşıyor ve aynı zamanda o yerde terapötik etki sağlayarak polimerik ilaç taşıyıcı kürelerin de taşınmasını sağlıyor (bu işlem teronostik olarak tanımlanıyor yani terapötik ve diagnostik alanlarının birleşimi; terapötik iyileştirici diagnostik teşhis anlamlarına geliyor).

"Lektin modifiye mikroateşleyicilerin besin ve su güvenliği, bulaşıcı hastalıkların tanısı, biyosavunma ve klinik terapi tedavileri gibi geniş kullanım aralığı olmasıyla sahip oldukları birçok özellikleri nedeniyle onları inanılmaz etkili yapıyor. Mikrokanal ağları içinde mikromakina temelli bakteriyel izolasyon yöntemi gibi birlikte kullanılabilen uygulamalar bakterinin gerçek zamanlı izolasyonunu, parçalanmasını ve 16S rRNA gen analiziyle birlikte tam olarak identifikasyonunu içeren mikroçip uygulamalarına liderlik edebilir."diyerek açıklıyor Dr. Wang.

Genel olarak bu yeni mikromakine 'yakala-taşı-bırak' yöntemi biyolojik ajanların hızlı, doğrudan ve gerçek zamanlı izolasyonu ihtiyacını karşılamak için eşşiz bir yol sunuyor. 

Bol sağlıklı günler...

Kaynak: http://www.nanowerk.com/spotlight/spotid=23679.php

15 Ekim 2011 Cumartesi

Nefes alabiliyorum öyleyse yaşıyorum; yaşasın Oksijen!

HATIRLATMA; RENKLİ KELİMELER VE CÜMLELER FARKLI GÖRÜŞLERE VE BİLGİLERE AÇILAN PENCERELERDİR.

Yeryüzündeki evrimiyle ilgili Masachusettes Institute of Technology (MIT) yeni keşifleri (podcast dinlemek için buraya)


Oksijen yeryüzünün büyük kısmında yer alarak yaşamın devamı için soluduğumuz havanın % 21' ini oluşturduğunu ilkokul 1. sınıftan beri biliyoruz. Fakat yeryüzü tarihinin başlarında oksijen ya yoktu ya da az miktardaydı ve ilkel gazların karışmasında rol oynuyordu. Yaklaşık 2,3 milyar yıl önce, "Büyük Oksitlenme Olayı" kadar değilse bile, oksijen, atmosferde ölçülebilir göçükler (göçük denilen ozon tabakası ve atmosfer katmanlarının bazıları) oluşturduğunda; nefes alan canlıların evrimini ve önünde sonunda bugün bildiğimiz kadarıyla karmaşık yaşamı harekete geçirmiştir. Son aylarda MIT' deki yeni bir araştırmanın; oksijenin, okyanuslardaki "oksijen vahalar" ında düşük profil tutmasıyla aslında atmosferde ilk ortaya çıkışından yüzlerce milyon yıl önce oluşturulmuş olabileceği önerisini ortaya atmasıyla ortalık biraz karışmış durumda. MIT araştırmacıları, küçük aerobik organizmaların bu denizaltı vahalarında bulunan son derece düşük miktardaki gaz varlığında hayatta kalmak için evrilmiş olabileceğine dair kanıtlar bulundu.



Labotatuvar deneylerinde eski bir MIT öğrencisi olup yine geçmişte MIT 'de Jeobiyoloji Profesörü Roger Summons and Dianne Newman ile çalışmış olup şimdilerde Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü' nde bulunan Jacob Waldbauer, mayanın (oksijenli veya oksijensiz ortamda hayatını sürdürebilen bir ökaryotik organizma) sadece gazın çok küçük kabartı haliyle bile oksijene bağımlı bileşikler üretebildiğini buldu. Ekibin, Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde kısa bir süre önce bulgularını yayınladığı makale; atmosferdeki gazın ölçülebilirliğinden önce okyanuslarda bulunan az miktardaki oksijenin sirkülasyonuyla çalışarak benzer şekilde mayaların ilkel atalarının günümüz mayalarına benzer ustalıkta olduklarını ileri sürüyor. "Oksijen hücre metabolizmasında ayrılmaz bir faktör haline geldiği zaman Dünya tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oldu. Aslında Dünya tarihinin çok erken safhalarında oksijene bağımlı biyosentez olması kaçınılmaz ve anlamlı sonuçlara sahip." diyor Summons.


Grubun sonuçları yeryüzü bilimleri toplulukları arasındaki tartışmada uzlaşmaya yardımcı olabilir.Yaklaşık on yıl önce, jeokimyacılar bazı organizmaların hücre zarlarının önemli bir bileşeni olan fosil steroid içeren tortul kayaçlarla karşılaştıklarını duyurmuştu. Kolesterol gibi tek sterol molekülü yapmak en az 10 oksijen molekülünün çıkarılmasını gerektiriyor; moleküler fosillerin BOO' dan (bir diğer büyük oksidasyon olayı yazısı) 300 milyon yıl öncesine uzanmasından beri bazıları bunları yeryüzünde oksijenin varlığının en erken kanıtı olduğunu öne sürüyor. Ancak, oksijenin benzer yaştaki kayaçlardaki varlığının kanıtının kesin olmaması sebebiyle birçok jeolog fosilleşmiş steroidlerin gerçekten ilk oksijenin kanıtı olup olmadığını hala sorguluyor. Waldbauer ve arkadaşları belki de aslında oksijenin atmosferde yer almasından 300 milyon yıl önce son derece düşük konsantrasyonlarda olduğu için kayaç kayıtlarında izine rastlanamayabileceğini öne sürüyorlar. Çok düşük seviyelerde olsa bile bu oksijenin aerobik, streol üreten (steroidlerin alt grubudur hayvanlarda bitkilerde funguslarda farklılık gösterir, bunlarda ergosterol olarak bulunur.) organizmaların beslenmesinde etkili olmuş olabileceğini söylüyorlar. Teorilerini test etmek için, model olarak modern mayayı inceliyorlar. Maya kendiliğinden oksijeni; şekerleri bağlamak, ergosterol ve birincil sterolünü sentezlemek için kullanır. Maya aynı zamanda ergosterol kaynağı sağlandığı sürece oksijensiz de büyüyebiliyor. Tüketebileceği en düşük oksijen değerini bulabilmek için, ekip mayanın anaerobik aktiviteden aerobik aktiviteye hangi noktada geçeceğini saptayabilecekleri bir deney hazırladılar.
Waldbauer karbon-13 ile işaretlenmiş ergosterol ve glukoz gibi, temel bileşenlerin bir karışımı ile maya hücrelerini büyüttüğünde, mayanın oksijen olmadan, mutlu mesut ortamdan sterolü aldığını ama hiçbirini sıfırdan yapmadığı sonucunu bulduklarını söylüyor ve küçük miktarda oksijen pompalandığında, bir anahtar oluştuğunu ve mayanın kendi sterollerini üretmesi için glikoz ile birlikte oksijen kullanmaya başladığını da ekliyor. Karbon-13, ortamdan elde ettiği sterol ile biyosentez edilmiş sterolün ayırt edilmesinde yardımcı oluyor.

Bilim insanları mayanın yok denecek kadar az nanomolar konsantrasyonlardaki oksijeni kullanarak streoid yapabildiğini ve bunun oksijenin üretici ile tüketicilerinin aslında atmosferde ortaya çıkışlarından önce bir şekilde olabileceği teorisini desteklediğini söylüyorlar. Bu bize mayanın, ve büyük olasılıkla çok sayıdaki veya bütün ökaryotların, oksijenin çok, çok düşük konsantrasyonlarıyla steroller yapabildiğini gösteriyor. "Buldukları sınır umduğumdan daha düşük ve birçok mikrobiyolog gibi ben de bu sonuçtan şüpheliyim." diyor bu araştırmaya dahil olmasa da CalTech jeobiyoloji profesörü Alex Sessions.
Hawaii
Waldbauer ve Summons oksijenin üretiminin ve tüketiminin okyanuslarda, atmosfer gazın izini bile görmeden önce yüzlerce milyonlarca yıldır oluşabileceğini söylüyor. Olasılıkla okyanus yüzeyinde yaşayan mavi-yeşil alglerin (siyanobakterilerin) oksijenli fotosentez (hiç değinmeyeceğim en hoşlanmadığım konudur) olarak bilinen bir süreç içinde güneş ışığıyla oksijen üretme yeteneklerinin geliştiğini söylüyorlar. Fakat okyanuslarda oluşturulması ve atmosfere sızması yerine, oksijen ilk aerobik (yani oksijenli solunum yapan canlılar) organizmalar tarafından hızlıca tüketilmiş olabilir. Demir ve sülfit püskürten alt deniz volkanları gibi büyük okyanus ve yüzey çöküntüleri büyük ihtimalle oksijen artık halinde olsa da her türlü tüketebiliyor.

"Biz biyolojinin her türlüsünün herhangi bir oksijen olmadan gerçekleşebileceğini biliyoruz." diyor Caltech' de doktora sonrası araştırma yapan Waldbauer ve ekliyor; "Fakat oksijenin bazı yerlerde oluşmuş güçlü bir döngüsünün varlığı ve bunun bu bazı yerler dışındaki yerlerde tamamen yok olmuş olabileceği de oldukça mümkündür."

Oksijen nefes alan organizmaların evrimini uyararak, atmosferde ölçülebilen herhangi bir göçük meydana getirdi. Yaşam oksijeni ve suyu doğurdu; saf oksijen eğer fotosentezden önce vardıysa, hemen reaksiyona girip oksit formunu oluşturmalıydı, bu yüzden öyle ya da değil dünya güneşten koparıldığında böyle olmalıydı.Oksijen yaşayan süper hücreler (organizmalar) tarafından günümüzde durmadan oluşturulmaya devam ediyor.

Yaşama tek bir süper organizma olarak bakarsak içinden çıkılamaz bir durum yok. Basite indirgenmiş evrimi unutun; yaşam bir tohumdan büyüdü (radyoaktif bozunmayla kaya yiyiciler güçlendi) ve çevrenin sürekli detoksifikasyonu yoluyla çeşitli hücre kollarına farklılaştı. Yaşam kozmik bir enfeksiyondur ve bir mantar gibi büyümüştür.

25 Eylül 2011 Pazar

MORGELLONS HASTALIĞI GERÇEK Mİ DEĞİL Mİ?

“Acı çekmek güçlü ruhları ortaya çıkarır; en güçlü karakterler dağlanmış yaralara sahip olanlardır."  -Halil Cibran

Fiberler bir çocuğun dudak lezyonundan alınan örnekte incelenmiştir (200x)

Kırgınlığınız, deri lezyonlarınız, ağrı ve/veya acınız, bütün bunlara ek olarak derinizin altında böcekler dolaşıyormuş gibi bir hissiniz var ise siz muhtemel bir Morgellons hastalığına sahip birey olarak tanımlanmaya adaysınız demektir. Ama uyarmadı demeyin bu şikayetler aslında var olmayabilirler de. Öyle veya böyle inanılmaz veya bilinmez ise de Morgellons gerçek bir hastalık (New Scientist, 15 September 2007, sf. 46).

Yapılar  fiber-benzeri  ya da filamentöz olarak söylenebilir ve  bu hastalığın en dikkat çekici özelliğidir. Ayrıca hastalarda derileriyle ilişkili siyah leke benzeri ve tohum benzeri granüllerin varlığı tespit edilmiştir.

Yukarıda bahsi geçen semptomlara ilaveten fiber veya filament benzeri değişik yapıların deriden çıkması veya deride bulunması 17 yüzyılda doktor Thomas Browne' un araştırmalarına dayanıyor. Bir süre sonra başka hiçbir bildirilen vaka olmayıp hastalık sanki ortadan bir anda kayboluyor ta ki 2002' de bir annenin, çocuğunun deri şikayetiyle çocuğunun Morgellons olduğunu ısrar edene kadar.

2001’de, biyoloji bölümü mezunu olup ev hanımı olmadan önce beş yıl kadar Boston Hastanesi' nde laboratuvar teknikeri olarak çalışan Mary Leitao’ya göre, iki yaşındaki oğlunun dudak altında bir takım yaralar meydana geldiğini gördüğünde ve çocuğunun böceklerden şikayet etmeye başladığında , oğlunun oyuncak mikroskopu ile bu yara üzerinde kırmızı, mavi ve siyah fiber tespit ettiğini belirtiyor. Ayrıca, ardından oğlunu sekiz farklı doktora götürdüğünü; fakat hiç birinin oğlunun şikayetiyle ilintili olabilecek herhangi bir hastalık, alerji veya yolunda olmayan bir bulgu bulamadıklarını da sözlerine ekliyor. Gizemli hastalıkların çözücüsü olarak ün yapmış bir Johns Hopkins pediatristi olan Dr. Fred Heldrich da Leitao‘nun oğlunu incelediğinde Heldrich, çocuğun vücudunda herhangi bir anormal duruma rastlayamadığını ve “psikolojik destek ve tedavi gerekebilir” diyerek durumu psikolojik bir vaka olarak tanımlayıp Leitao’nun çocuğunu “kullanması”ndan tedirgin olduğunu belirtiyor. Psychology Today, Leitao’nun en son danıştığı, çocuğunun kayıtlarını gördükten sonra incelemeyi reddeden ve ismi verilmeyen bir John Hopkins bulaşıcı hastalıklar uzmanının Leitao’ya, ebeveynlerin çocuklarına hastaymış gibi yaklaştığı veya sağlık sektöründen dikkat çekebilmek için çocuğunu hasta edebilen bir psikiyatrik sendrom olan Munchausen's by proxy ‘ye yakalanmış olabileceğini söylüyor. Leitao’ya göre bu psikolojik bozukluk fikri daha sonraları bir çok profesyonel sağlık çalışanıyla da paylaşılmıştır. 

Leitao, uzun süredir oğlu için her yardım istediğinde doktorların kendisine şüphe duyarak yaklaşmalarına alışkın olduğunu belirtirken, oğlunun şu an 10 yaşında ve hala tekrarlanan lezyonlar nedeniyle acı çektiğini de söylüyor. “Doktorlar belki de benim nerotik olduğum savını yineliyorlar” diyen Leitao devam ediyor, “Munchausen Syndrome by Proxy hastalığına yakalanmış olduğumu ileri sürerek oğlumla bir daha ilgilenemeyeceklerini söylüyorlar." Leitao, zamanla oğlunun yaralarının arttığını ve derisinde daha fazla fiberin meydana çıktığını belirtiyor.  Leitao ve Pennsylvania’daki South Allegheny Internal Medicine’de stajyer hekim olan eşi Edward, çocuklarının henüz keşfedilmemiş olan bir hastalığa yakalandığını söylüyorlar. 

Leitao 2002’de Morgellons Research Foundation (MRF) kurumunun sahibi ve 2004’te kar amacı gütmeyen bir kurum olarak resmileşmiştir. MRF, internet adreslerinde amacının, kendi deyimleriyle güzellik bozan ve sakat bırakabilen ve henüz anlaşılamamış bu hastalığa olan duyarlılığın, farkındalığın ve araştırmalar için yapılan bağışların arttırılması olduğunu belirtiyorlar. Leitao önceleri problemi anlayabilen bilim insanları ve doktorlardan bilgi alabileceğini umduğunu belirtirken; aksine, bu hastalığa yakalanan insanların yaşadıkları acılarla, derilerindeki rahatsızlıklarla, nerolojik semptomlarla, aşırı yorgunluk ve kas ağrısı şikayetlerine sırtını dönen doktorlar ile ylıllardır karşı karşıya. 

Tıp literatürünün altı üstüne getirilmiş olsa da Morgellons hastalığı sıklıkla açıklanamayan dermopati veya delüzyonal (delusion) parazitozis (dopamin bağlantılı olabileceğine dair ilginç bir makale)- parazitlerin derilerine zarar verdiğini sanan veya inanan insanlarda görülen psikiyatrik bir hastalık.

Morgellons ayrı ve özgün bir hastalık olarak tanımlanamıyor ve hastalığa ait semptomların kesin bir listesi veya bu hastalığa ait sağlık komiteleri tarafından kabul edilmiş belirli bir tanı bulunmuyor. Hastalar genellikle bir takım iletişim araçları veya internet ile hastalığı kendi kendilerine teşhis ediyorlar.

Bir çok dermatolog bu hastalığın aslı olmadığını söylese de bu hastalığa yakalandığını iddia eden çok sayıda insan olduğu biliniyor ve hastalık için doğru bir bilimsel değerlendirme yapabilmek gerekiyor. Hastalar tarafından yapılan en önemli eleştirilerden biri, danışılan sağlık komiteleri ve bazı biliminsanları tarafından, hastalığa sebep olan henüz tanımlanmamış bulaşıcı veya psikolojik sebeplerin birlikte olabileceği fikrine açık olunmamasıdır. Yine de kesin olan aslında bir çok uzman parasitolog, medikal entomolog ve diğer mikrobiyologların, dikkatlice inceledikleri hastalar sayesinde fiber ve diğer materyalleri gözlemleyebilmişlerdir ve bu semptomlarda biyolojik organizmaların izine rastlanmamıştır. Morgellons hastalığı koşullarının Lyme hastalığına dair açık bir çağrışım yaptığı rapor edilmiş olsa da (Savely et al., 2006, Am J Clin Dermatol, 7:1–6), Morgellons’un doğrulanması için hala yapılması gereken araştırmalara bulunuyor. Ancak tüm bunlardan yola çıkılarak Morgellons hastalığının aldatıcı parasitosis mi yoksa biyolojik ve psikolojik temeli olan ve hava ile bulaşıcı olan gerçek bir hastalık mı olduğu belirlenebilecektir.

Tıbbi Gizem: 9 Ağustos 2006
epidermis boyunca saplanmış bir fiberli deri lezyonu

Randy S. Wymore, Ph.D., son araştırmasında hastalardan elde edilen fiberlerin FBI' in veritabanındaki 100.000 tekstil ve benzer fiberlerin hiçbiriyle uyuşmadığını kanıtlamıştır.

Tanımlanamayan fiberler nasıl açıklanabilir? 

Deri lezyonlarıyla ilişkili bilinmeyen fiberler koenositik (aseptat), pürüssüz duvarlı, dallı, filamentöz objeler olarak tanımlanabilir. Uzamış fiberler  deri içinde büyürler ve sıklıkla topar içinde bükülmüş veya fiber yığını olarak görünürler .Birçok insan bu yığınları fiber toplarına, tüy gibi yapılara veya pamuksu topçuklara benzetmiştir. Fiberler açıkça hif benzeri yapılara sahiptir ancak yine de bilinen hif veya pseudohif tanımı kapsamına girmemktedir. Fiberler genellikle beyazdır fakat mavi,siyah ve nadiren kırmızı da görülmüştür ve bu fiberler otofloresansın yüksek dereceleride gösterilebilir ve tekstil türevli değildir. 
bu fiberler tekstil türevli değildir. Fig 3 bir çocuğun dudağındaki deri lezyonundan alınan fiberlerin otofloresan özelliği .

Bilim İnsanlarının Görüşleri

Deri altında organizmaların varlığı kesinlikle yanlış  bir inanış.
                                                                  Obermeyer, 1961

Parasitosis yanılgısı genellikle tipik olarak kendi sosyoekonomik çevrelerince marjinal olan sıklıkla istismara uğramış genç yetişkinleri  içerir  ve yaşlı yetişkinler  de ilaç kullanımıyla ilişkilendirilmemiştir. Sıklıkla derilerinin içine iplik ve benzeri diğer parçalar koyarak sözde parazit varlığını kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu davranış  “match box sign”gibi durumların karakteristik özelliğidir.     
                                                                                                Koo & Lee, 2001, p, 286                                                                                                                                                                                                                                  

Beyaz fiber kalsit kaplı


Günümüzde, internet çağında, böylesine provakatif yalanlar kolayca yayılabiliyor, son dönemlerde Psychosomatics (vol 50, sf. 90) de yayınlanan makalede Andrew Lustig ve Kanada Akıl Sağlığı ve Rehabilitasyon Merkezi' ndeki meslektaşlarına göre Morgellons bir internet yanılgısı olabilir. "Yaygın raporlar sadece 3 yılı kapsıyor. Morgellons 300 yıldan uzun süredir uykuda bir kavram olmasıyla bir anda ortaya atılmasıyla büyük ilgi gördü." diyor Kanadalı bilim insanları.

mikroskobik alumina kayasında yeşil fiber yayılımı

Yakında daha fazla bilgi bulabileceğiz. Amerika' daki Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) Morgellons çalışmalarını sistematik olarak sürdürerek büyük yol katettiklerini bildiriyor her geçen sene. Çalışmanın hedefi hastalığın temelinde psikolojik bir temelin olup olmadığını tanımlamak. "CDC, Morgellons karşısında açık fikirli." diyor çalışmanın lideri Michele Pearson.


  

                                                   

18 Eylül 2011 Pazar

Astrobiyologlar soruyor;


"Dünya atmosferinin ne kadar yükseğinde hala yaşayabilen organizmalar bulunabilir?"

Yaşam için hayati gereksinim duyulan zorunlulukların başında biz insanlar için nefes almak gelse de asıl nokta suyun varlığı ile yaşadığımız alanın uygunluğudur ki dünya atmosferinde çok şükür ki mevcutturlar. Bununla birlikte; mikroorganizmalara konaklık eden alanlar karbon, azot, fosfor ve çeşitli iz metalleri içermeli ki bu minik canlılar hücresel bileşenlerini sentezleyebilsin. Çevremizin, aynı zamanda  bir miktar çeşitli yakıt formları sunarak bu devam eden aktivite için ihtiyaç duyulan enerjiyi sağlaması zorunludur.  (ayrıntılı bilgi burada). 

Mikroorganizmalar yerin 1.7 mil (2.7 km) altında bulunmuş olsa da, atmosferden ne kadar yükseklikte yaşayabildikleri hala net değildir. Bununla birlikte 20-30,000 feet de (yaklaşık 6-8 km) uçaklar ile kuşların kazaları olmaktadır ve tahminen dikey atmosferik hareket ile 50.000 feete kadar (15 km) bir şekilde de mikroorganizmalar taşınabilir. İlginç olan, SOFIA projesinin belki de yörüngedeki yaşam süresinin araştırılmasındaki en  yakın bilgilere ulaşabildiğinin gözlenmeye başlaması. SOFIA (the Stratospheric Observatory for Infrared Astronomy),bir Boeing 747SP aircraft 2.5 metre yansıtıcı teleskop yerleştirilerek modifiye edilmiş ve bu onu dünyadaki en büyük astronomik hava gözlemcisi yapmıştır. Uçak yerden 41,000 feet yükseklikte ortalama bir hızla gitmektedir, aşağı kısımlarda atmosferce farklı bir şekilde absorbe edilen gelen infrared enerjisinin gözlemlenmesini sağlar (Daha ayrıntılı bilgi için SOFIA project ).

NOT: 1 Inch = 2.54 cm, 1 Feet = 30.48 cm, 1 Feet = 12 Inch 
1 metre= 3.28083989501 feet, = 100 cm.

Son yıllarda yapılan en büyük keşiflerden biri olan UV ışınlarına dayanıklı yıldız tozlarından salındığı düşünülen dünyadışı bakteri türlerinin (makale burada.) ve birçok ilginç organizmanın birbir ortaya çıktığını düşünürsek   görünüşe bakılırsa nereye gidersek gidelim yaşam bir şekilde devam ediyor ve daha zorlu koşullar  bile nasılsa dünya dışı formların yaşama şansını arttırıyor (ayrıntılı bilgi burada.).


17 Eylül 2011 Cumartesi

İnsan beyni gizli kalmış süper güçlere mi sahip?

Unutmak ya da unutmamak işte bütün mesele bu. Sheakespeare gibi söylemesek de bilim insanları unutmanın sinirsel süreci ile ilgili tartışadursun; bir noktada birleştikleri konu neden ortalama bir insan beyninin görünüşte gereksiz görülen detayları fark edebilmek gibi bir yeteneğe sahip olabilmesiydi. Neden ortalama bir insan geniş bir hafızaya sahip olamıyorken, evrimsel süreç birçoğumuzun konu ile ilgili tüm gerçeklere odaklanmamızı sağlayabiliyor? 

Dünya üzerindeki en inanılmaz zihinlerin bazıları normal insanlardan farklı olarak bu filtre yeteneğinden yoksun, veya belki de bir savant (savant nedir? burada) olduğunu söylemek daha doğru olur, alakasız görünen bir nesne veya bir durum aslında bizim fark edemediğimiz bir şekilde konunun anafikri olabilir onlar için ve bu yüzden inanılmazlar. Her nasılsa beyinleri inanılmaz bilgi yüküyle depolanıyor ve hatta tamamen değişik yollarla farklı algılayarak ve olayları veya nesneleri ilişkilendirerek bizim fark edemediğimiz hatta gereksiz dediğimiz bu bilgiye erişebiliyorlar.

Stephen Wiltshire otistik (otistik nedir? burada) bir savant olarak düşünülebilir. O, kesinlikle "süper güç" denilebilecek bir yeteneğe sahip. "İnsan kamera" olarak tabir edilen Wiltshire' ın, karmaşık yapıların, binaların ve hatta manzaraların birebir kopyasını çizmek gibi sinir bozucu bir yeteneği var. Neredeyse gözlerinin önündeki her şeyi sadece küçük bir bakış ardından! Not almadan veya karalama yapmadan, Wiltshire yüksek bir gökdelene baktığında ne gördüyse pencerelerinin sayısını tam olarak çizimlerinde gösterebiliyor. Stephen' ın Roma' yı çizdiği videoyu izlediğinizde neredeyse NBC' nin popüler TV dizisi Heroes' un bir karakteri gibi görünüyor: süper insan yetenekleriyle doğmak. Diğer birçok savant gibi Wiltsihire' ın beyni hala bir giz. İlk kelimeleri olan "kalem" ve "kağıt" ı beş yaşına kadar söyleyemeyen Wiltshire gibi savantlar sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi. 

Hayal edin: Dünya üzerindeki en zor dillerinden biri olan İzlandaca' yı sadece 7 günde öğrenebildiğinizi düşünün. Tanınmış savantlardan biri olan Daniel Tammet için bu çocuk oyuncağı. Peki nedir onun bu yeteneği? İşte onun bu sıra dışı yeteneğinin kaynağı sinestezi (bilim ve teknik dergisi yazıları burada)  ile ilişkili. O doku, şekil ve renk açısından numaraları hissediyor. Bazı bilim insanları Tammet' ın küçükken geçirdiği ve şimdilerde neredeyse bitmiş olan epileptik (başka bir yazı da burada) nöbetlerinin bir şekilde tüm insanların doğasında olabilecek olağanüstü bu yeteneğinin anahtarı olabileceğine inanıyor.

Yaşamlarının ilerleyen dönemlerinde sıradışı yetenekler geliştiren bireyler görmek mümkün. Şiddetli bir beyin travmasıyla örneğin. Beyin ameliyatı geçirmiş bir hastanın ameliyatından önce sağ elini kullanıyorken ameliyatının ardından iki elini de aktif olarak kullanmaya başladığı gözlemler arasında yer alabiliyor. Alonzo Clemons' un ise, olağanüstü bir yetenek geliştirmesi, çocukken geçirdiği ciddi kafa yaralanmasıyla su yüzüne çıkıyor. (başka bir makale de burada) Kısa süre içinde gördüğü imgeleri -TV de bir anlık gördüğü bir sahne veya bir hayvanı- 20 dakikadan az bir sürede 3 boyutlu olarak tam doğrulukta yontarak kopyasını yapabiliyor. Yaptığı heykel her açıdan doğru düzgün ve her detayıyla kaslarına varıncaya kadar görülebiliyor. 

Benzer olarak Orlando Serrell' da alışılmadık yeteneklerine başının sol tarafına beyzbol sopasıyla aldığı darbe sonucu 17 Ağustos 1979' a kadar sahip değildi. O zamanlar 10 yaşındaydı. Serrell uzun süre şiddetli baş ağrılarından şikayetçiyken baş ağrılarının kesilmesiyle açıklanamaz bir şekilde şaşırtıcı karmaşıklıktaki tarihsel hesaplamaları yapabiliyordu. Ayrıca başına darbe aldığı güne kadarki her şeyi en ufak detayı bile örneğin; havanın nasıl olduğunu veya nerede olduğunu hatırlayabiliyordu.

Böyle vakalar nedeniyle bilim adamları çok yönlü üstün yetenekleri ifade etmek için varolan potansiyelin evrensel bir özellik olabileceğine inanıyor fakat normal işleyen bir zihin tarafından da gizlenmiş olabileceğini söylüyorlar. Bazı savantların vakalarında inanılan, beyindeki hasarın bir şekilde normal işleyişi bozduğu veya engellediği böylece bunun olağanüstü yetenek ve davranışların ortaya çıkmasını sağladığını söylüyorlar. 

Birbirinden bağımsız birçok araştırmacı "engelli" birçok bireyin çok az anlaşılmış bu fenomen nedeniyle aynı zamanda çeşitli açılardan "üstün yetenekli" olabildiklerini söylüyorlar. Sydney Üniversitesi bilinç uzmanı ve Bilinç Merkezi direktörü Allan Snyder için kesin olan; tüm insanların bu saklı kalmış üstün yeteneklere sahip olduğu ancak sadece bir kısmının, önceliği olan beyin fonksiyonlarının arızaları yoluyla açığa çıkabildiği. "Onların yapabildiği ama bizim anlamaya çalıştığımız bu fenomen istisnai durumlardır yine de ayrıcalıklı zihin yollarına sahip oldukları da bir gerçek." diyerek açıklıyor Snyder.

Bir şekilde hepimiz gizli kalmış süper yeteneklere sahipsek bu yeteneğimizi kalıcı veya en azından periyodik olarak normal beyin fonksiyonlarımızı tehlikeye sokmadan harekete geçirmek mümkün olabilir mi?  "Belki" diyor gönüllülerinin frontal temporal lobunun işlevini geçici olarak transkraniyal manyetik uyarım yoluyla durduran Avustralyalı bilim insanı. Yapılan deneylerde tarih hesaplamalarında, tarihsel olaylarla ilgili günlerin hatırlanmasında ve diğer sanatsal yeteneklerde hızlı bir gelişme gözlenmesine rağmen bilim insanları, insanların tümüyle sahip olabileceği gizli kalmış yeteneklerin hepsini şimdilik bilemiyor. 

20 yaş dişi çıkmayan insan artık Descartes' ın dediği gibi "düşündüğünün üzerine düşünebilen insan" yani Homo sapiens sapiens değil o artık "modern insan" ve neden olmasın; şu an için bilim insanlarının öngördüğü senaryo gelişmekte olan nörolojik çalışmalarla bir gün "sıradan" insan kendi zihninin gizli kalmış güçlerini açığa çıkarabilecek ve böylece hepimiz içindeki potansiyel "süper insan" ın doğmasına izin vereceğiz.